GÜNCEL YAZILAR

  • Tunus’da Devrim Süreci / 29-08-2013

    Kısa Uzak Tarih

    Tunus coğrafyasına M.Ö.  verilen isim Kartaca’dır. Kartaca ile ilgili yazılı kaynaklar, Romalı ve Yunanlı tarihçilerin çalışmalarıyla sınırlıdır. Gerek Kartacalıların gerekse de Fenikelilerin papirüs kullanmaları ve bu materyalin zaman içinde dağılması sonucu, Kartaca ve Fenike yazılı kaynakları zamanımıza kadar ulaşmamıştır. Kartaca'nın kuruluşuna ilişkin kesin bilgiler yoktur. Eski bir anlatıya göre Kartaca, Roma'nın kuruluşundan yaklaşık 100 yıl önce, İ.Ö. 814'te Tyros (bugün Sur) kentinden gelen Fenikeliler'ce kurulduğu belirtilmektedir.

    Kartaca ile Roma Cumhuriyeti arasında, M.Ö. 264-146 yılları içinde, Akdeniz deniz ticaretini ele geçirmek ve elde tutmak için üç evrede gerçekleşen Pön Savaşları sonrasında Roma zafer kazanmıştır.  Kartaca üzerinde Pön Savaşları'yla sağlanan bu başarı, Romalıları bu bölgede hakim konuma getirmiş; ama 4. yüzyılda İspanya’dan gelen Vandallar Roma hakimiyetine son vermişlerdi. Tunus 4. yüzyılın sonlarından Müslümanların fethine kadar Bizans hakimiyeti altında kaldı. Kartaca, Bizanslıların hakimiyeti altındayken Afrikiyye adıyla anılıyordu.

     Müslümanlar Afrikiyye’ye M.S. 647 yılında ulaşmışlardı. Ukbe bin Nafi’nin 670’te Kayrevan (Kariouane) şehrini kurdu. Kayrevan Müslüman Afrikiyye’nin başşehri oldu. Ve kısa bir zaman içinde de büyük çoğunluğu Berberi olan Afrikiyye halkı Müslümanlığı seçti.  

    Önce Emevi ve Abbasi sultanlarına bağımlı olan Afrikiyye halkı, daha sonra Ağlebiler, daha sonra da Kayrevan’da bir Şii halifeliği kuran (910) Fatımiler tarafından yönetildi. Kayrevan ve Mahdiya şehirleri Fatımilerin merkezi oldu. Fatımiler 972’de başşehirlerini Kahire’ye taşıdıkları zaman Afrikiyye Berberi sülalesi Zirilerin iktidarı altına girdi. Ziriler zamanında Tunus, Sicilya’daki Normanların istilasına uğradı.

    Zirilerin son hükümdarı Hasan bin Ali, Fas’taki Muvahhidin Devletinden yardım istedi. Büyük ıslahat önderi İbn Tümert’in vesile olduğu yolda ilerleyen Muvahhidin Devleti’nin ilk emiri Abdülmümin, Normanları Tunus’tan kovarak (1159-1160), Afrikiyye’yi Tunus’ta oturan bir vali tarafından yönetilen bir eyalet haline getirdi. Bundan sonra Afrikiyye, Tunus adını aldı.

    1534 yılında Barbaros Hayreddin Paşa, Tunus’da hanedan çatışmalarına son verdi. Ancak Hafsi Hanedanı’ndan Hasan, İspanya Kralı Beşinci Şarlken’den yardım istedi ve Beşinci Şarlken başşehir Tunus’u işgal etti ve Barbaros Hayreddin Paşa Cezayir’e çekilmek zorunda kaldı.

    Daha sonra Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis 1556’da Gafsa’yı, 1558’de Kayrevan’ı ele geçirdiler. Tunus’un doğu ve güney sahillerinde Müslümanlar bağımsızlaştı. Cerbe Adası deniz üssü olarak kullanıldı. Barbaros Hayreddin Paşa, İspanya’daki Endülüslü Müslümanlardan 100 bin kadarını kurtararak Kuzey Arfika’ya getirdi. Nihayet 1574’te Uluç Ali Reis ve özellikle de Sinan Paşa, Tunus şehrini (Halku’l-Vad Kalesi’ni), ele geçirerek Hıristiyan hâkimiyetine son verdi ve bütün Tunus, Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti haline geldi.

    Tunus'un bu statüsü 1881'e kadar sürmüştür. Bu dönemde Tunus'u kendilerine "Beyler" denen Osmanlı Sultan’ına bağlı yerel yöneticiler yönetiyorlardı.

     

    Kısa Yakın tarih

    Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Tunus, ileri gelen ailelerden olu­şan Beyler yönetimi ile idare edilirken 12 Mayıs 1881’de Fran­sa tarafından işgal edildi. Bundan sonra Fransızlar sömürge ülkelerinde olduğu gibi "yüksek komiser" dedikleri genel vali tayin ederek Tunus’u yönetmeye başladılar. Öte yandan Beyler'in yönetimi de sembolik bir şekilde sürüyordu. Fransız zulüm ve işgaline karşı bağımsızlık yanlısı örgütlenmeler ve bazı ayaklanmalar oldu. Ancak bütün bu ayaklanmalar insafsızca ve kanlı bir şekilde bastırıldı. Tunus'ta bağımsızlık mücadelesini organize etmek ve bu mücadeleye yön vermek amacıyla Düstur Hareketi kuruldu.

    Daha sonra Dustur Hareketi’nin yerine Yeni Dustur Partisi ön plana çıktı. Partinin kurucusu Fransa’da hukuk öğrenimi yapan Habib Burgiba idi. Jön Türkler gibi tipik bir Batıcı olan Burgiba, Tunus’a döndüğünde camilerde cihad hutbeleri vere­rek işe başladı. Bu nedenlerle 1934-36 ve 1938-42 yıllarında Fran­sızlar tarafından tutuklanarak hapse atılmasıyla dikkatler üstüne çekildi. 1945’te Fransız işgal kuvvetlerinden kaçan bir görüntü içinde Mısır’a gitti. Kahire’de yaşadığı 1945-49 yılları arasında kendini Tunus’un bağımsızlık mücadelesi önderi olarak tanıtarak Arap dünyasından destek aradı.

    Fransız kuvvetleri Tunus’tan 20 Mart 1956 yılında çekildi. Ve ülke, bağımsızlık mücadelesi verdiği için hapsedilerek, sürgün hayatı ya­şayarak namı yükselen veya yükseltilen Habib Burgiba’ya bırakıldı. Burgiba, müthiş bir Atatürk hayranıydı. Ve toplumu batılılaştıracak olan, yıldızı parlatılan işbirlikçi bir liderdi ve hemen kurtarıcı ve ku­rucu cumhurbaşkanı konumuna getirildi. Daha sonra da kendisini ömür boyu cumhurbaşkanı seçtirdi.

    Burgiba’nın ilk icraati partisinin adını değiştirip Sosyalist Dustur Partisi yapmak oldu. Kemalist Cumhuriyetin, Lozan Anlaşması süre­cinde verdiği taahhütlerle Yeni Türkiye’nin İslami esaslardan uzak­laştırılıp batılı kanunlarla ve laiklik uygulamalarıyla yönetilmesi gibi, o da İslam karşıtı, batıcı, laik ve ulusal devrimler yaptı. Fes devrimi, zorunlu eğitim ve kadınların batılı normlara yönlendirilmesi gibi icraatlerle ülkeyi Avrupa’nın bir parçası haline getirmeye çalıştı. Öncelikle Zeytuniye Üniversitesi başta olmak üzere İslami eğitim kurumlarını kapattı. Belli vakitler dışında camilerde namaz kılın­masını yasakladı. İslamcıları tutukladı ve cezaevlerinde işkencelere maruz bıraktı. Cumhurbaşkanı olarak bir diktatörlük rejimi kuran Burgiba, orduyu “laik düzen”in koruyucusu olarak örgütledi.

    Tunus bütün bu özellikleriyle Cezayir, Libya, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Irak, Türkiye gibi kolonyalist bir ülke olarak var oldu. Tunus, ülkenin asıl ve özgün gücünü ifade eden Müslümanların, fikri ve fiili olarak zaptı-rap altına alınmaya çalışıldığı, halkın batılı paradigmanın değerlerine göre yeniden şekillendirilmek istendiği, bağımsızlık adına yeni bir sömürgeciliğin inşa edildiği bir ülkeydi. Bütün bunların yapılabilmesi için de Fransa geriye işbirlikçi bir dik­tatörlük rejimi bırakmıştı.

    Bütün yasak ve takibatlara rağmen 1969 Tunus’unda Raşid Gannu­şi ve Abdulfettah Moro önderliğinde ıslah ve ihya anlayışına sahip “İslami Yöneliş Hareketi” oluşturuldu. Hareket hem İslami bilinçlen­dirme faaliyetlerini hem de ülkede yaşanan soygun ve sömürü dü­zenine karşı tepkiyi örgütlemeye çalışıyordu. 1978’te ülkedeki gelir dağılımındaki adaletsizlik nedeniyle ilk kez halktan destek alan işçi ayaklanmaları baş gösterdi ve yüzlerce insan öldürüldü.

    İslami Yöneliş Hareketi 1981’de “Nahda” (Diriliş) adı altında legal teşkilatlanma hakkını edinebilmek için İçişleri Bakanlığı’na müraca­at etti. Verilen cevap tam bir hukuksuzluk örneğiydi. Gannuşi başta olmak üzere Hareket’in 106 önde gelen üyesi tutuklandı. Tamamen keyfi olarak tutuklanan bu 106 kişi 1984 yılına kadar cezaevinde tutuldu.

    Ülkede 1984 “Ekmek Devrimi” adı verilen ayaklanmalar yine kanla bastırıldı ve yine yüzlerce kişi katledildi. Bu süreçte İslami hareket oldukça canlıydı. Ülkedeki iç karışıklığı fırsat bilen ve Tunus istihba­rat kanallarından da yardım alan İsrail, Tunus’daki FKÖ Merkezi’ne bir baskın düzenleyerek Yaser Arafat’ın sağ kolu Ebu Cihad’ı öldür­dü.

    Burgiba ülkede 1984’ten itibaren yükselen karışıklıkları ve İslami muhalefeti bastırması amacıyla Fransa’da ve ABD’de asker is­tihbarat eğitimi alan Polonya’daki askeri ataşesi Zeynel Abidin Bin Ali’yi çağırarak 1987’de İçişleri Bakanlığı’na atadı. Ganuşi 9 Mart 1987 yılında yeniden tutuklandı ve Tunus DGM’si tarafından ömür boyu hapse mahkum edildi.

    20. yüzyıl sonuna doğru Tunus’daki hali Gannuşi şöyle değerlendir­mektedir: “Türkiye’de nispeten devletten bağımsız olan dini bir topluluk bulunmaktadır. Tunus’ta Bin Ali ya da Burgiba’nın temsil ettiği efendi ise hâlâ ‘Ben İslam’ın temsilcisiyim, hiç kimsenin İslam adına konuşma hakkı yoktur.’ demeye devam ediyor; çünkü o tektir ve ortağı yoktur. Din ve va­tanın en büyük koruyucusudur.” (Laiklik ve Sivil Toplum, Raşid Gannuşi, 177)

    İçişleri Bakanlığı’na atanan Bin Ali bir yıl sonra doktorlar heyetinden aldığı “Bunadı ve iş yapamaz.” raporuna dayanarak Başkan Burgiba’yı görevden aldı, ABD ve Fransa’nın desteğiyle yerine kendisi geçti. Farklı ve kansız bir darbe biçimiyle iktidara geçen Bin Ali başlangıçta demokrat gözüktü, reformlar yapacağını vaat etti, İslami kesimle iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Mayıs 1988’te Ramazan Bayramı’nda başta Raşid Gannuşi olmak üzere bazı siyasi mahkûmları serbest bıraktı. Din eğitimi vermesi için Zeytuniye Üniversitesi’nin bazı bölümle­rini açtı. Ancak Zeynel Abidin Bin Ali, sistem içindeki durumunu güvenceli hale getirdikten sonra baskı ve zulümü Burgiba dönemini bile aratacak tarzda çoğaltmaya başladı.

    Bin Ali’nin ilk saldırısı En Nahda Hareketi’ne yöneldi. Din eğitimi ve­ren diğer resmi okul ve enstitüleri sıkı denetim altına aldı. En Nahda Hareketi’nden binlerce kişi tutuklandı. Diğer muhalif unsurlarla be­raber tutuklanan kişilere ağır işkenceler yapılmaya başlandı. En Nahda Hareketi’nin lideri Gannuşi Fransa’ya sürüldü. Tunus diktatörü Bin Ali’ye yakın çevresi Gannuşi’yi neden idam etmeyip de sürgün ettiğini sorduklarında “İkinci bir Seyyid Kutup ortaya çıkarmak iste­mezdim!” cevabını verdi. (Zalimler.., Ahmet Varol, Vuslat Aralık’11)

    Bin Ali, Zeytuniye Üniversitesi’nin açtığı bölümlerini yeniden ka­pattı. Muhalif yayın ve eğitim faaliyetlerini, 2006’da da lise ve üni­versitelerde tesettürü/başörtüsünü tamamen yasakladı. Adliyeden okullara, hastanelere kadar halkın resmi kurumlara başörtülü ola­rak girmesi engellendi. Haccı bir “cahiliye geleneği” olarak tanımladı ve Hacca gidilmesini engellemeye çalıştı. Sahipleri İslami kimliği ile tanınan ticari kuruluşlar kapatıldı. Yargısız infazlar söz konusuydu. Tutuklanma ve işkence tehdidi altındaki muhalefet liderlerinden başarabilenler peş peşe ülkeden kaçmak zorunda kaldılar.

    Bu tarihlerde yaşanan zulüm ve haksızlıklar sanki 8-9 yıl sonra Türkiye’de 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi uygulananların öncü bir modeliydi. Tunus’un inkılapları da, darbeleri de, İslami eğitimi ya­saklama keyfiyeti de Kemalist Türkiye’ye oldukça benziyordu.

    Tunus 164 bin küsur km. kare ve 11 milyonluk bir ülke. Yerli halk Berberi kökenli olmasına rağmen istatistiklerde Araplar yüzde 96.5’lik, Yahudiler ve Avrupalılar yüzde 0.5’lik bir oranla gösteriliyor.  Türkiye gibi resmi kayıtlarda nüfusun yüzde 99’u Müslüman görünüyor. Başkentinin adı da Tunus ve nüfusu 800 bin kişi. Akdeniz iklim bölgesine uygun olarak tarımcılık yapılıyor. Sanayii orta ölçekli. İhtiyaç duyulan petrol Tunus’ta çıkartılabiliyor. Avrupa’nın turizm bölgelerinden birisi. Ekonomik krize rağmen 2009’daki büyüme hızı yüzde 4’tü. Ancak ekonomik saha Bin Ali ailesinin ve laik-batıcı elitlerin elindeydi. Ekonominin hakimleri arasındaki en büyük isim Bin Ali’nin moda, eğlence ve kötü ilişkiler düşkünü karısı LeylaTrablusi idi. Gelir dağılımında büyük adaletsiz­likler vardı ve işsizlik oranı yüksekti. (Ortadoğuda Kanlı Bahar, Hüsnü Mahalli, 112-113)

    Zeynel Abidin Bin Ali diktatörlüğü tipik bir polis rejimiydi. Ordunun mevcudu 30 bin civarındaydı. Ama 11 milyonluk ülkede polis gü­cünün sayısı 120 bini geçiyordu (Tunus.., Rıdvan Kaya, Haksöz 239). Batılı devletler nezdinde rejim, halkı İslamsızlaştırması ve Batı’yla entegrasyon çabaları oranında destek görüyor, Bosna katliamında yaşandığı gibi insan hakları ihlalleri görülmek istenmiyordu. 2003’te Tunus’u ziyaret eden Fransız Cumhurbaşkanı Chirac, Bin Ali’nin “demokratikleşme” çabalarına destek verdiklerini ilan ediyor ve “Ben Tunus’ta insan hakları ihlali adına sadece açlığı gördüm” diyordu. Oysa en görünür adaletsizlik muhalif potansiyelin çokluğuna rağmen 163 üyeli Meclis’te muhalefetin ancak 21 sandalye ile temsil edilebilmesiydi. Seçimlerde sandıklardan yüzde kaç oy çıkacağı sandıklar açılmadan belli oluyordu (!)

    Sosyalist Dustur Partisi’nin devamı olan “Anayasal Demokratik Birlik Partisi” her zaman 163 üyeli parlamentoda en az 140 üye ile temsil ediliyordu. Diğer mebus kontenjanları ise Baas yönelimli “Sosyalist Birlik Partisi”, Komünist Parti’nin devamı “Islah ve Yenilik Partisi”, li­beral solu temsil eden “Adalet ve Gelişme Partisi” ve “Sosyal Demokrat Partisi” arasında dağılıyordu. Bütün bu kısıtlamalara rağmen mu­halefet partileri sol, liberal, ulusalcı ve laik eğilimlerin temsilciliği­ni yapıyor ve Batı paradigmasına ait bu eğilimlere kısmi özgürlük alanları oluşturuyordu. Ama sistem içinde İslam’la ilgili hiçbir siyasi teşebbüse özgürlük imkanı tanınmıyordu.

    Ülkedeki siyaset, Anayasal Demokratik Birlik Partisi gölgesi altında yapılıyordu. Diğer muhalif hareketler izin verildiği kadar var olan oluşumlardı. Müslümanların ise bütün siyasi etkinlikleri yasaktı. (İn­tifada.., Gündem, Haksöz, Şubat’11) Devletin denetimi dışında sivil toplum örgütlerinin kurulması mümkün değildi. Camiler ve hutbeler ta­mamen kontrol altındaydı. Dış politika kapitalist Batı’ya bağlılık ve İsrail dostluğu önceliklerine göre yürütülüyordu. (Tunus.., Ahmet Varol, vahdet.info.tr.)

     

    Tunus İntifadası’nın Başlangıcı

    Tunus’taki isyan Yasemin Devrimi, Tunus Devrimi, Tunus Baharı gibi sıfatlarla ifade edildi.

    1980’li yıllarda toplumsal muhalefetin öncülüğünü yapan Raşid Gannuşi önderliğindeki Nahda Hareketi ağır darbeler aldıktan son­ra, diktatörlük rejimi kendini daha çok tahkim etti. Halka uygulanan baskı, yasak ve şiddet politikaları ekonomide keyfiliği, kültürde ve sosyal dokuda yozlaşmayı artırdı. Ve kısmen izin verilen sosyalist, laik, ulusalcı ve liberal tek boyutlu muhalefet 2000’li yıllardan itiba­ren gerek hukuki ihlalleri gerek ekonomik adaletsizliği gücü yettiği oranda gündeme getirdi. Muhalif güçler 2005 yılında tutukluluk sürelerindeki kötü muameleler başta olmak üzere tüm insan hakları ihlallerine karşı açlık grevleri düzenlemişlerdi. 14 Aralık 2010 tari­hinde Sidi Buzayd kentinde ülkedeki ekonomik adaletsizlik ve hu­kuksuzluğa yönelen protestolar, 17 Aralık’ta aynı şehirde Muham­med Buzzi adlı 26 yaşındaki bir gencin işsizlik ve baskıları protesto etmek amacıyla kendisini yakması ile bütün ülkeye sıçradı (Tunus..., R. Kaya, Haksöz, Şubat’11) Ağır yaralanan Buazizi’yi hastanede ziyaret etmek isteyen Bin Ali, protestocular tarafından engellendi ve Muhammed Buazizi 4 Ocak 2011 günü öldü. Özellikle ülkenin orta ve doğu kesimlerinde yaygınlaşan protestoları polis ateş açarak bastırmak istedi. Çok sayıda gösterici polis kurşunlarıyla can verdi. Bu katli­am görüntülerinin internet aracılığıyla televizyon ekranlarına kadar yayılması üzerine Tunus halkı her şehirde tepki vermeye başladı. Protestolar avukatların ülke çapında grevi, sendikaların ve liseli gençlerin eylemlere katılmasıyla daha da yaygınlaştı.

    Protestolar karşısında çaresiz kalan Bin Ali 2014’te cumhurbaşkanlı­ğına aday olmayacağını açıklaması ve bazı bakanları görevden alma­sına rağmen halkın öfkesini durduramadı. Ve ordunun da rejimden desteğini çekip tarafsızlığı seçmesi üzerine Bin Ali ailesiyle birlikte 14 Ocak tarihinde ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Bir sene önce Tunus’u Arap ül­kelerine model ülke olarak takdim eden AB ülkeleri bu sefer Bin Ali’ye sığınma hakkı vermediler. Bin Ali, İran Şahı Rıza Pehlevi gibi ortada kaldı. Ve ülke hazinesinden çaldığı altınlarla birlikte Suudi Arabistan’a yönlendi­rildi. ABD ve AB, Tunus’taki İslami muhalefeti ve insanlığı ezen en önemli işbirlikçisini böylece kaybetmiş oldu. 14 Ocak Devrimi, 2011 yılının başından itibaren Tunus halkı için yeni bir sayfa açtı.

    Protestoların gelişim hızı ve kitleleşme gücü karşısında acil politika­lar yürütemeyen ABD ve AB istihbarat birimleri Tunus Ordusu’na da uygun talimatlar veremedi. Artık onlara düşen Tunus’taki kitlesel ge­lişmeleri izlemek ve Batılı paradigmanın uzantıları olan liberal, laik, solcu ve milliyetçi güçlerle yeniden şekillendirilecek olan ülkedeki sistem üzerinde inisiyatif kurmayı beklemekti.

    Tunus’taki isyanı işsizlik sorunuyla izah etmek yeterli değildir. Hal­kın isyanında siyasal zorbalığın, işsizliğin, yolsuzlukların ve İsrail işbirlikçiliğinin oluşturduğu dayatmalarla artık bıçağın boğaza dayandığı algısı temel belirleyici olmuştur. Tabii ki halkın içinde ağırlığı olan En Nahda Hareketi’nin örgütsüz hale geti­rilmiş ama öfkeli İslamcı potansiyelinin ve icazetli bir muhalefet yü­rüten sosyalist ve liberal sol yapıların örgütlü küçük çalışmalarının da bu isyanı veya intifadayı beslediğini belirtmek gerekir. Bu bağ­lamda işçi sendikaları da avukatlar birliği de önemli roller üstlen­miştir. Zaten 2005’te işkenceyi ve hukuki keyfilikleri protesto etmek amacıyla başlatılan açlık grevlerinden sonra, İslamcı ve laik liberal-sol kesimler arasında ideolojik kavga dondurulmuştu. Hedef olarak diktatörlük rejimine kitlenilmişti. Tüm muhalif grup ve çevreler için mücadele, daha çok siyasi, sosyal ve ekonomik eksen çerçevesinde yoğunlaşmıştı.

    Reel şartlara ve uluslar arası ilişki ağlarına baktığımızda bu intifadayı Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin (GOP) yol haritasıyla veya Wiki­leaks belgelerindeki dedikodu ve ham istihbari bilgilerle anlamlan­dırmaya çalışmak komplo teorisyenciliğinden ve masa başı entelek­tüel lafazanlıktan öte bir değer taşımamaktadır. Tunus’ta sadece dik­tatörlük rejimi yıkılmadı; aynı zamanda ABD’nin ve AB emperyaliz­minin Tunus üzerindeki hesapları yıkıldı. Tunus intifadası sürecinde bu Batılı emperyalist güçler önce “istikrar” söylemini dillendirdiler. Halkın baskısı artınca bu sefer rejimi “reform”lar yapmaya zorladılar. Ve Bin Ali’nin işbirlikçi diktatörlük rejiminin yürümeyeceği anlaşıl­dığında bu sefer dillerindeki diplomatik vurgu “düzenli geçiş” olmaya başladı. Anlaşılacağı gibi artık Tunus’taki siyasi gidişatın hattını on­lar değil halk belirliyordu. Emperyalistler artık kontrol edemedikleri kitlesel gelişmelere göre strateji değişikliklerine gitmekteydi. Ve sonunda ABD ve AB yarım ağızla da olsa Tunus için “demokrasi” demeye başladılar. (Arap İsyanları, Mukaddes E. Çelik, 45-46)

    Artık muhalefetin önünde kurucu meclis için seçimler ve anayasa yapımı söz konusuydu. Müslümanlar için de bu süreç bir geçiş dö­nemiydi. Rejimin yasak ve baskılarından kurtulduktan sonra oluş­turulacak ortam, insani ve İslami hakları, çalışma ortamını engel­leyici olmamalıydı. Müslümanlar için alternatif bir İslami uygulama modeli oluşturmak ve halkın gereğince vahiyle uyarılıp bilinçlendi­rilmesi için zamana ve uygun ortama ihtiyaç bulunmaktaydı. Öz­gürlük ortamı herkesten çok Müslümanlar için gerekliydi.

     

    Tunus’ta Yeni Rejime Doğru

    Tunus Kurucu Meclis seçimleri 23 Ekim 2011’de gerçekleştirildi. Seçime 116 parti katıldı. En Nahda Partisi gibi güçlü olanlar tek ba­şına seçime girdiler. Seçimi İslamcı En Nahda yüzde 41.47 oy alarak kazandı ve 217 üyeli Kurucu Meclis’te 90 sandalya elde etti. Seçim sonuçlarına göre partiler, kazananlar ve kaybedenler olarak tasnif edildi.

    Seçimlerden önce EnNahda’nın kazanacağı anlaşılmıştı. Seçimlerden birkaç gün önce eski Demokrat Parti Başkan Adayı ABD’li senatör Joe Lieberman “En Nahda ile Yaşamayı Öğrenme Üzerine Düşünceler” başlıklı bir yazı kaleme alarak Tunus’taki gelişmelerin küresel kapi­talizm için ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştu.

    Kazananlar: “En Nahda”, “Cumhuriyet Kongresi Partisi” ve “Ettekatol” (Emek ve Özgürlükler Demokratik Bloğu) idi. Cumhuriyet Kongre­si, yüzde 13.83 oy aldı ve 30 sandalye kazandı. Lideri 2002 yılından beri Fransa’da sürgün hayatı yaşayan merkez sol eğilimli ve insan hakları savunucusu olan Munsif El-Marzugi idi. Sosyal demokrat ve eski komünistler tarafından desteklenen Ettekatol ise, 9.68 oy ile 21 sandalye kazandı. Ancak Cumhuriyet Kongresi de Ettekatol de inanç ve düşünce özgürlüğüne vurgu yapan ve İslam’a saygı teme­linde bir politika yürüterek halk desteğini almışlardı.

    Kaybedenler: Özellikle Bin Ali rejimi döneminde siyasal faaliyet yü­rüten “İlerici Demokrat Partisi”, “Sosyalist Demokrat Hareketi”, “Hal­kın Birliği Partisi”, “Birlikçi Demokrasi Birliği”, “Sosyal Liberal Parti” ve “İlerlemeci Yeşiller Partisi” idi. İlerici Demokrat Partisi yıllardır muhalif kimliği ile öne çıkmıştı; ama seçim sürecinde elitlere hitap etti, laiklik vurgusu yaptı ve El Nahda’ya karşı ve dolayısıyla İslami değerlere karşı yürüttüğü kampanya sonucu başarısız oldu ve ancak 16 sandalye elde edebildi. İslamcılık karşıtlığı ve laiklik söylemiyle seçim propagandası yürüten diğer muhalif partiler ve eski rejimin artıkları ciddi bir başarı kaydedemediler.

    Bir de seçimlerde bağımsız adaylar ve bağımsız aday blokları vardı. Bunlardan en önemlisi 25 yıldır Londra’da yaşayan, mal varlığının büyük bir kısmını Bin Ali yönetimiyle işbirliği içinde elde ettiği ile­ri sürülen Muhammed Haşim Hamdi’nin öncülük ettiği “El Aridha Bloğu” idi. Gençlik Yıllarında En Nahda Hareketi ile de teması olan Hamdi, doktorasını “İslam’ın Siyasallaşması” üzerine yapmıştı. Kur­duğu iki TV kanalını seçimlerde aktif olarak kullandı. Ülkenin az gelişmiş bölgelerine hitap etti; işsizlere ayda 200 dinar verilmesini ve işsizlik sigortasını gündeme getirdi. Ayrıca seçimler süresince İs­lami değerleri etkili bir şekilde kullandı. Bu hareket Türkiye’deki 2002 seçimlerindeki büyük sermayedar Cem Uzan’ın vaadler da­ğıtan Genç Parti’sine benziyordu. Sonunda hareket Kurucu Meclis için 28 üye kazandı. Ama seçim kurulu, seçilmiş üyelerin bazılarının Meclis üyeliklerini eski rejimle ilişkili oldukları ve seçim kampanyasında yasa dışı yollarla finans edildikleri için iptal etti.

    En Nahda Hareketi’ni Zeynel Abidin Bin Ali rejimi hem İslamcı terör örgütü olarak kabul etmiş hem de binlerce üyesini yıllarca işkence­lerden geçirerek hapsetmişti. Hareket ancak 14 Ocak kazanımından sonra ülkenin her yerinde örgütlenmeye başlamıştı. Kitleyi açık bir faaliyetle örgütleme konusunda henüz yeni olan bu çalışma kadın kotasını başarılı bir şekilde uygulamış, inanç özgürlüğünü anaya­sal güvence altına almayı hedeflerken devletin hukukileşmesini ve demokratikleşmesini savunmuştu. Seçimlerde “Laik ve liberal tüm partiler Bin Ali gibidir” sloganını ön plana çıkartmıştı.

    En Nahda Hareketi’nin kurucu lideri ve teorisyeni Raşid Gannuşi, Tunus İntifadası sırasında “Şeriat diktatöre karşı sadece izin vermez, kıyamı emreder” gibi beyanlarla dağınık olan kitle tabanını Tunus diktatörlüğüne karşı devrim yolunda rol almaya davet etmiştir. Laikliğin Batı paradigması içinde halkı kilise vehimlerinden uzaklaştırıcı, insana ve dünyaya değer vermeye yöneltici bir rol oynadığını; ama insanı tek boyutluluğa hapsettiğini, Batı ve devlet merkeziyetçiliğini getir­diğini belirtmiştir. Biz Müslümanların vehimlerden ve totaliterlik­ten kurtulmak, bilim ve teknolojide ilerlemek için laikliğe muhtaç olmadığımızı belirten Gannuşi, laikliğin dini devre dışı bırakması, maddi ulusalcılık üzerinden yükselmesi, eskiyi doğrularıyla birlikte yok sayması nedeniyle son derece olumsuz olduğunu (R. Gannuşi, 120) sürekli olarak vurgulamıştır. Ayrıca Gannuşi’ye göre “Laikliğin varlığı nispetinde demokrasi yok olur. Bir halkın temel kültürünün görmezden gelindiği yerde de demokrasi var olamaz.” (R. Gannuşi, 174) Batılı toplum­larda laikleşmenin insani bir çölleşme süreciyle son bulduğunu be­lirten Gannuşi sormaktadır: “Neden Türkiye ve Şah İran’ı gibi daha modern ve laik İslami devletler aynı zamanda en diktatör devletler olu­yor?” (R. Gannuşi, 133) Anlaşılacağı gibi Gannuşi demokrasi kavramını da Batılı paradigmanın tanımladığı felsefik boyutta değil, ödünç bir ifade olarak seçim-katılım yöntemi olarak kullanmaktadır.

    Tunus’ta Bin Ali’den sonra kurulan hükümet Kurucu Meclis’te 23 Aralık 2011 tarihinde 154 üyenin güvenoyunu aldı. Bakanlar ku­rulu En Nahda’ya 14, Cumhuriyet Kongresi’ne 4, Ettakatol’e 5 ve Bağımsızlara 7 sandalye verilerek oluşturuldu. Başbakan olarak En Nahda genel sekreteri Hamadi Cibril atandı. Cibril 2006 yılına ka­dar işkencelerle dolu uzun bir tutukluluk dönemi geçirdi. Cumhur­başkanı merkez solu temsil eden Cumhuriyet Kongre partisi lideri ve insan hakları savunucusu Munsif El-Marzugi. Dışişleri Bakanı da Gannuşi’nin damadı Refik Abdülselam.

    Tunus’un 1959 Anayasası 4 Mart 2011’de feshedildi. Şimdi gerek sol, ulusalcı, laik ve liberal partiler gerek dış güçler anayasanın şe­riat ilkelerine göre yapılmaması konusunda büyük bir direnç için­deler. 2012 yılı içinde En Nahda hem bu direnci gevşetebilmek hem de İslam’dan anladığı modeli nasıl biçimlendirip uygulayacağı ve halkı bu konuda nasıl ikna edeceği konusunda zaman kazanmak için anayasada şeriata yer vermeme kararı aldı. Ancak 1959 Tunus Anayasası’nın ilk maddesi “Tunus dini İslam, dili Arapça olan özgür, egemen ve bağımsız bir devlettir ve cumhuriyetle yönetilmektedir.” ifa­desindeki “Devlet’in dini İslam’dır” cümleciğinin değiştirilmeyeceğini açıkladı. (UİÇ Raporu, Özgüler)

    En Nahda’nın anayasa konusundaki esnekliği laik ve liberal kesimi rahatlatırken, Selefiler denilen kesimin tepkisini çekti. İçlerinde bazı Nahda üyelerinin de bulunduğu binlerce Selefi eğilimli denilen kişi, 2012 Mart ayında Habib Burgiba Bulvarı’nda siyah bayraklara yazılmış şiarlarla “Daha fazla şeriat” talebinde bulundular.

    Şu anki Tunus Hükümeti ve Gannuşi ülkedeki orduyu kontrol altına almak, hukuksuzluğa son vermek, IMF ve benzeri uluslar arası ku­rumların kıskacına girmemek, bağımsız bir dış politika izleyebilmek ve halkın temel ihtiyaçlarını giderebilmek için yoğun bir çaba içindedir. Tunus Devrimi, diktatörlük rejimine karşı muhalif bileşenlerle yü­rütülen örnek bir hareket oldu. Şimdi elde edilen özgürlükleri koruma ve halkın ihtiyaçlarını karşılama dönemi. Bu aşamada eski rejimin zihinlerde ve idari yapı içinde kurumlaşmış müfsid yaklaşımlarını tasfiye edip toplumu ıslah etmek tabii ki zaman alacak bir süreçtir. Kaldı ki yeni anayasa ile yapılan kamuoyu yoklamasında Tunuslu­ların yarısının (E’e yakınının) şer’i veya İslami, yarısının (E’den fazlasının) laik bir anayasa istemesi  de yol haritasındaki engelleri göstermektedir. (H. Mahalli, 117)

    Gerek kendi değerlerine yabancılaşmış insanları ıslah etmeye çalış­madan ve gerek küresel emperyalizmin saldırılarını savuşturacak ciddi ve niteliksel bir örgütlülüğe ve kitleleşmeye varamadan “siyah bayraklı İslami şiarlar” dalgalandırmak İslami aidiyetleri vurgulamak açısından iyi; ama Sünnetullah açısından merhaleci bir çizgiyi gözetmemesi açı­sından da acilci bir tutumdur. Tunus İntifadası tüm Ortadoğu’yu Filistin İntifadası gibi ateşleyici bir rol oynamıştır. Ortadoğu ülkele­rinde yaşanan siyasi baskılara, işsizliğe, yolsuzluğa, yozlaştırıcı poli­tikalara ve işbirlikçiliğine karşı bastırılan direncin Tunus’ta patlama­sı diğer ülkelerin sıkıştırılmış enerjilerini ateşleyen bir fitil oldu. Ve Ortadoğu İntifadası’nın Tunus’ta başlayan ateşinin Mısır Tah­rir Meydanı’nda yükselen alevini Der’a’ya taşıyarak Suriye’ye yaygın­laştıran Suriye halkını ve Müslüman kitleleri 17-18 Mart 2011’den itibaren acımasızca katleden Esad rejiminin Suriye Büyükelçiliği’ni ilk defa ülkesinden kovan ülke de Nahda Partisi’nin ağırlıkta olduğu Tunus Koalisyon Hükümeti oldu.

TV PROGRAMLARI

  • Rektörlerden Darbeci Baskısı
  • Ahmet Ağırakça
  • KURAN'DA MÜSLÜMAN ŞAHSİYETİ
  • Filistin Bizim İçin Ne İfade Ediyor?
  • Seyyid Kutup / Fizilal'il Kur'an 03/03
  • Ramazan Her Yönüyle Oruç Mevsimine Girmektir! - Saliha Erdim I Konuk: Ahmet Ağırakça
  • ماهو رأي الأتراك بترحيل السوريين من تركيا ! الرأي الحقيقي للأتراك !
  • حقيقة مهمة لا بد أن يعرفها الشعب السوري و الشعب التركي